Veysel Baba ve Maneviyata Yöneliş

O sırlarla ve gizemlerle örülü Shoreditch Park; o soğuk kış günü orada kendi iç dünyasında söz konusu bu hikayenin iki ana karakterini bir güzel buluşturarak bütün o sırlarını, bütün o gizemlerini onlara açmaya karar vermişti. Çünkü onun artık taşıyamayacağı kadar bir çok sırrı ve gizemi vardı. Örneğin onun gündüz ve gece olmak üzere iki farklı dünyası vardı. Gündüzleri kapılarını o güzelim insanlara açan Shoreditch Park; gece olduğunda da busefer daha farklı bir kimliğe bürünerek kapılarını o sevgi dolu tilkilere açmaktaydı.

Shoreditch Park gerçektende binbir sırla ve gizemle donatılmış gibiydi.Ve bu sır dolu parkta öylesine ilginç olaylar ve dramatik sahneler yaşanmıştıki; sanki hepsi sadece bu parka ait olaylar gibiydi.Ve bu gizem dolu parkın o tozlusayfaları arasında öylece sıkışıp kalmış o olaylar, o yaşanmışlıklar artık ortaya saçılmalıydı ve bu parka dair herşey birbir ortaya dökülmeliydi.Uuzn bir zamandan beridir bağrında sakladığı o sırları, o gizemleri açacak bir adam arayan o Shoreditch Park; en sonunda aradığı o güven duyabileceği adamın bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba olduğuna karar verdi. Veysel Baba’nın o geceki konuşması ve sözlerindeki o derinlik, Shoreditch Park’ı böyle bir karar vermeye ikna etmişti.

Shoreditch Park o gün orada, o bankın üstünde adeta ölüm uykusuna yatan o adamı yeniden hayata döndürebilmek için o sırdaşı konuşan tilkiyi devreye sokmuştu. Ve o gece, o parka kendisine uygun bir eş bulmak için gelen Sessiz Ayak ise; parkın orta yerinde öylece hayattan bıkmış bir adamın o soğukta ölüm uykusuna yattığını görünce hemen devreye girmiş ve parkın yanındaki o ankesörlü telefondan bir ambulans cağırmıştı. Çünkü o konuşan bir tilkiydi ve bütün bunları çok iyi biliyordu. Ve daha önce de bu şekilde davranarak birkaç kişinin dana hayatını kurtarmıştı. Örneğin kurtardığı kişiler arasında kendisini ağaç dalına asanlar, silahlı bir çatışmada ağır bir şekilde yaralananlar, yolu kesilipte bıçakla yaralanan bir kişi, başına almış olduğu bir darbeden dolayı öylece bayılan bir kişi, kalp krizi geçiren bir adam ve hatta orada, o parkın ortasında doğum yapan bir bayan. Ve bizim o iyi kalpli dostumuz konuşan tilki bu sefer de aynı şekilde davranarak bir adamın hayatını kurtarmıştı. Parkın bitişiğindeki o ankesörlü telefondan bir yandan ambulans çağırırken, bir diğer yandan ise o güzelim kuyruğuyla bizim Veysel Baba’nın yüzünü okşayarak onu ısıtmaya çalışıyordu. O bankın üstünde yarı baygın bir şekilde adeta ölüm uykusuna yatan o yaşam yorgunu adam ise bütün bunlaru hayal meyal hatırlıyordu. Kibritçi Kız’ın o en son halini hatırladı ve o soğukta ninesini hayal ederken elindeki o kibritleri nasılda birer birer yaktığını hatırladı. Kendi köyünü hatırladı ve o çocukluk günlerindeki o masalımsı halini hatırladı. Ve o dere kenarında çamaşır yıkayan o köylü kadınları hatırladı. Sonra bir tilkinin o uzun kuyruğuyla hem ellerini, hemde yüzünü ısıtmaya çalıştığını hatırladı.

Adam, bir hastahanenin acil servisinde biraz olsun kendine geldiğinde bütün bu hatırladıklarının ne kadarının gerçek ve ne kadarının hayal ürünü olduğunu tam olarak bilmiyordu. Bildiği tek şey ise; o şu an hala hayattaydı ve bir hastahanenin acil bölümünde öylece yatmaktaydı.Bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba biraz olsun kendine geldikten sonra; orada çalışan görevlilerden gerek kendi sağlığı hakkında ve gerekse de oraya, o hastahaneye nasıl ve ne şekilde getirildiği hakkında bir takım bilgiler edinmeye çalıştı. Çünkü o; dün gece orada, o parkın tam orta yerinde ölüm uykusuna yatmıştı. Ve onu orada, içinde bulunduğu o durumdan kim veya kimler kurtarmış olabilirdi acaba? O soğuk kış gecesinde ve gecenin o ilerlemiş saatinde hangi aklı başında insan o parkı mesken tutmuş olabilirdi? Yoksa hayal meyal hatırladığı o tilki gerçekten varmıydı ve acaba onun sayesindemi hayatta kalmıştı, onun sayesindemi bu hastahaneye getirilmişti? Adam, bu sorularla birlikte akşama doğru hastahaneden ayrılıp eve döndü. Daha önceleri de ölümle birçok defa burun buruna gelen Veysel Baba; her defasında onu altederek yaşama tutunmayı başarmıştı. Onca işkenceye rağmen, onca açlığa ve susuzluğa rağmen, onca hücre cezasına rağmen, onca çatışmaya rağmen ve onca ihanete rağmen, onca terkedilmişliğe rağmen o yinede teslim olmamış ve bir şekilde de olsa hayatta kalmayı başarmıştı.Fakat bütün bir yaşamı örnek bir mücadeleyle geçen bu yaşam yorgunu adam; günün birinde ihanete uğrayınca ve o çok sevdiği arkadaşları tarafından dışlanıp adeta yalnızlığa terk edilince o da herşeye küsmüş ve kendisini o rengarenk ışıklarla dolu Londra gece hayatının içine atmıştı. Ve böylelikle de asıl kimliğinden uzaklaşarak sahte bir yaşamın, acımasız bir yaşamın ve içi boş bir yaşamın çok kötü bir parçası haline gelmişti. Ve onun bir zamanlar ölümüne sahip çıktığı o insani değerlerin yerini şimdi o içki masalarındaki o boş kadehler almıştı, o çıkar temelli ilişkiler almıştı, o sahte gülücükler almıştı.

Veysel Baba eve döndükten sonra bütün bunları düşündü ve kendisini bir özeleştiri süzgecinden geçirmeye karar verdi. Çünkü bu şekilde hayatına devam edemezdi ve böylesine bir yaşam şeklide ona hiç yakışmıyordu.Bir zamanların örnek gösterilen adamı, o saygı duyulan adamı gelinen bu en son aşama itibariyle adeta bir yenilgi abidesi gibi öylece ortada duruyordu. Ve artık bu kötü gidişe bir son vermeliydi ve bundan sonraki yaşamına dair birtakım dersler çıkararakİ adına yaşam denilen o güzelim armağanın bir tarafına o da en güzel bir şekilde tutunmalıydı. Ve bütün bunları gerçekleştirebilmesi içinde adına siyaset denilen o kirli oyunun, o danışıklı oyunun biraz olsun dışına çıkarak asıl kurtarıcı güç ve asıl sığınılacak liman maneviyattı.Çünkü maneviyat içteki kirleri temizler, kötü düşünceleri yok eder, insanı karamsar düşüncelerden uzaklaştırır, hayatına bir anlam, bir mana, bir derinlik katar ve ona yeni bir ruh aşılar, ümit aşılar, yaşam aşılar.

O büyük düşünür ve mutasavvuf Mawlana Jalaluddın-ı Rumı (1207-1273); böylesi durumlarda ümidini kaybetmiş olan o insanlar için ve tıpkı bizim Veysel Baba gibi karamsarlığa kapılmış olan o insanlar için bakınız neler söylüyor ve ne tür uyarılarda bulunuyor:

“Ümitsizlik tarafına gitme, ümitler vardır.Karanlık tarafa gitme, güneşler vardır.”

“Sıkıntı zamanlarında sakın ümidini kesme; çalış, gayret göster. Göreceksinki bir gün o güneşli günler seni kucaklayacaktır. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel ve sakın ümidini kaybetme.”

“Güneşin varlığına delil yine güneştir. Delil ararsan güneşten yüz çevirme.”

“En büyük israf, ömrün boş yere harcanmasıdır.Çünkü bir saatlik ömür, yüzbin dinarla geri çevrilemez.”

“Ey oğul bağlanma hür olmaya bak! Ne zamana kadar altın ve gümüşün esiri olacaksın! Denizi bir kovaya boşaltmaya çalışsan da, kova bir günlük ihtiyacını alır ancak.”

“Uyanık görünen kişi aslında derin uykudadır; uyanıklığı, uykusundan daha da beterdir. Varlığın Tanrı ile uyanık değilse; uyanıklığın, hapishanedeki uyanıklık gibidir.”

“Dünyalık insan yoksul ve korkaktır, hırsızlardan korkması anlamsızdır bak! Çıplak gelip, çıplak gittiği halde dünyadan; ciğeri kan ağlar, hep hırsızların korkusundan.”

“Dünyalık akıl, duyguların ve heveslerin esiridir.Allah yolunda seni alıkoyan yol kesicidir.Kargaların peşine takılıp giden canlar, yol alsalar bile ancak mezara varırlar.”

“Dünya kazancı için yapılan hileler boştur, dünya sevgisini azaltan hileler hoştur. Bu dünya zindandır, biz ise esiriyiz.Bu zindanı delip kendimizi kurtarmalıyız.”

“Yoklukla kavuş varlığa, dünyayı bırak. Vuslatla yolun ahreti, ukbayı bırak.Tanrıysa muradın düşünüp durma derin. Dünyayı unut, maddeyi,manayı bırak.”

“Bir damla akıl verdin bana huzurundan. Denizlerine ulaştır, kurtar beni bu damlalıktan.”

“Bir beste gibi ol, ardından özlemle söz etsinler.”

“Yüklekliği isterdim, onu alçakgönüllülükte buldum.”

“Güneş olmak ve altın ışıklar halinde ummanlara, çöllere saçılmak isterdim. Gece esen ve suçsuzların ahına karışan yüz rüzgarı olmak isterdim.”

“Binlerce tuzak yemleri vardır, hayat yolunda ve biz heves içinde zavallı kuşlar gibiyiz. Binlerce tuzak olsa da her adım başı yolda; sen bizimle olduktan sonra, kaygı yoktur yolda.”

“İster topalla, ister uyuşuk ol, ister edepsiz; yine de O’na yönel, O’nu dinle, O’na gel.”

“Come, come, whoever you are. Wanderer, worshiper, lover of leaving, it doesn’t matter.Ours is not caravan of despair.Come, even if you have broken your vow a hundred times. Come, come again, come.”

Ve bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba, o gönüller sultanı Mawlana Jalaluddin-Rumi’nin böylesine anlamlı, böylesine derin manalar içeren ve böylesine maneviyat yüklü sözlerinden sonra artık yeni bir karar verme aşamasına geldiğini düşünmekteydi. Maddeci bir vireyden, dünya malına tapan bir bireyden ve o içi boş yaşam şeklinden bir an önce kurtulup; maneviyata değer veren, insana değer veren ve her açıdan örnek alınabilecek kişilikli bir yaşam şekline, mesaj yüklü bir yaşam şekline geçiş yapmalıydı.Ve manevi bir doyuma ulaşabilmesi için de öncelikli olarak o kötü düşüncelerden, o çıkar temelli düşüncelerden, o günü birlik ilişkilerden ve o maddeci yaklaşımlardan hemen kurtulması gerekiyordu. Örneğin o arkadaş çevresini hemen değiştirmesi gerekiyordu ve rengarenk ışıklarla dolu o gece hayatına da bir an önce son vermesi gerekiyordu. Ve hemen ardından da o alkole, o sigaraya, o düzensiz beslenmeye ve o uykusuz gecelere de bir son vermesi gerekiyordu. Çünkü adam; adeta bir teslimiyet abidesine, bir yenilgi abidesine, bir pişmanlık abidesine, bir karamsarlık abidesine ve hatta bir duyarsızlık abidesine dönüşmüştü.

O yaşam yorgunu adamın o işkenceyle, korkuyla, ihanetle,aldatılmışlıkla, terkedilmişlikle, kanla, gözyaşıyla, hüzünle, çileyle, bir kenarda unutulmuşlukla, açlıkla, yoksullukla,sefaletle ve öylece bir başına bırakılmışlıkla dolu o yaşam grafiğine veya senaryosuna çok daha sonradan alkol gibi, sigara gibi, o düzensiz yaşam gibi ve o gece hayatı gibi birtakım günahkar yaşamlar veya birtakım sorumsuz yaşamlar daha eklenmişti. Ve onun çok daha sonradan zaten zayıf düşmüş olan o bedeni, böylesine emanet yaşamları veya böylesine düzensiz yaşamları daha ne kadar taşıyabilirdiki?

Gelinen bu en son aşama itibariyle onun bir an önce kendisini toparlaması gerekiyordu. Gerek ruhsal olarak, gerek bedensel olarak her açıdan kendini yenilemeliydi ve kendisine bir çeki düzen vermeliydi. Ve artık neredeyse iflas aşamasına gelmiş olan o yorgun bedeni üzerinde daha derin acılara, daha derin hüzünlere ve gözyaşlarına izin vermemeliydi. Ve artık onun bundan sonraki o yaşamında o pişmanlıklara, o ihanetlere, o terkedilmişliklere, o bir kenarda unutulmuşluklara, o yürek burkan dramlara, o duygu yüklü gözyaşlarına, o ruhsal travmalara, o bedensel yorgunluklara, o uykusuz gecelere, o intiharvari girişimlere ve o keşke gibi pişmanlık dolu sözlere asla yer olmayacaktı ve olmamalıydıda.

Büyülü gerçekçilik akımının önde gelen isimlerinden biri olan ve gerçek üstücülük konularında yazmış olduğu birçok denemeyle tanınan Arjantin’li şair ve yazar Jorge Luis Barges (24 Agustos 1899-14 Haziran 1986); artık o sanat dolu, o yoğun bir üretkenlik dolu o örnek yaşamının son dönemlerine geldiğinde ve iyice elden ayaktan düşüpte ölümün o soğuk nefesini yavaş yavaş hissetmeye başladığında yeniden kağıda kaleme sarılıyor ve içinde bir sürü keşkelerin olduğu, bir sürü pişmanlıkların olduğu bir şiir kaleme alıyor.Ve bakalım o güzel insan, o örnek insan Horge Luis Borges söz konusu o yazısında ne söylüyor ve ne tür pişmanlıklarını veya ne tür keşkelerini dile getiriyorç Ve bu sayede de bize ne tür bir mesaj vermek istiyor:

“ If I could live again my life, in the next,

I’ll try, to make-more mistakes,

I won’t try to be so perfect,

I’ll be more relaxed,

I’ll be more full-than I am now,

In fact, I’ll take fewer things seriously,

I’ll be less hygienic,

I’ll take more trips,

I’ll watch more sunsets,

I’ll climb more mountains,

I’ll swim more rivers,

I’ll go to more places, I’ve never been,

I’ll eat more ice creams and less lima beans,

I’ll have more real problems and less imaginary ones,

I was one of those people who live prudent, and prolific lives each minute of his life,

Of course that I had moments of joy-but,

If I could go back I’ll try to have only good moments,

If you don’t know - that’s what life is made of,

Don’t lose the now!

I was one of those who never goes anywhere without a thermometer,

Without a hot water bottle, and without an umbrella and without a parachute,

If I could live again- I will travel light,

If I could live again- I’ll try to work bare feet at the beginning of spring- till the end of autumn,

I’ll ride more carts,

I’ll watch more sunrises and play with more children,

If I have the life to live- but now I am 85, and I know that I am dying.

-Jorge Luis Borges (1899-1986)

Gerçektende şu güzelliklerle dolu dünyada hepimizinde o değerli insan Jorge Luis Borges gibi; ertelenmiş bir sürü hayalleri mutlaka vardır. Ve bir sürü keşkelerle veya bir sürü pişmanlıklarla dolu o güzelim hayallerimizi bazen gerçekleştiremediğimiz için, bazende yarım bıraktığımız için geriye dönüp baktığımızda hep kendimizi suçlayıp dururuz.Ve yaşamın o acımasız gerçekleri karşısında nasıl yenik düştüğümüzü, nasıl maddeci bir bireye dönüştüğümüzü, nasıl duygudan yoksun bir birey haline geldiğimizi, nasıl kurgulanmış bir makine haline getirildiğimizi, nasıl acımasız bir metaya dönüştürüldüğümüzü ve giderek nasılda o güzelim hayallerimizden bir bir uzaklaştığımızı gördülçe o keşkeleri, o sonu gelmez pişmanlıkları birbiri ardına sıralayıp dururuz. Ve tıpkı o güzel insan Jorge Luis Borges gibi 80’li,90’lı yıllara geldiğimizde de; hemen kağıdı-kalemi elimize alarak içindeki bir sürü pişmanlıkların olduğu, bir sürü keşkelerin olduğu o yarım kalmış hayallerimizi veya o hep ertelemiş olduğumuz hayallerimizi birbir hatırlamaya çalışırız. Ve şuan tıpkı benim yapmaya çalıştığım gibi.Ve ben Dersim’li Veysel Baba olarak, yaşam yorgunu bir birey olarak ve 60’lı yıllara merdiven dayamış bir dünyalı olarak buradan derim ki:

“Keşke hep çocuk kalsaydım ve hayatın o acımasız gerekçeleriyle hiç tanışmasaydım.

Keşke o küçük dağ köyünce sonsuza değin o hayallerimle yaşasaydım.

Keşke hiç büyümeseydim ve dünyayı değiştirmek gibi bir hayalin peşinde koşuşturup, öylece oradan buraya savrulup durmasaydım.

Keşke siyaset gibi, adalet gibi, barış gibi, kardeşlik gibi, eşitlik gibi, sevgi gibi, bir arada yaşama gibi o güzelim kavramlarla hiç tanışmasaydım ve bundan dolayı da o katillerle, o despotlarla, o canavar ruhlu kan emicilerle, o işkencecilerle, o ihanetçilerle ve o çıkarcılarla hiç karşılaşmasaydım. Ve bunca acıyı, bunca çileyi, bunca hüznü, bunca hayalkırıklığını, bunca itilmişliği, bunca dışlanmışlığı,bunca terkedilmişliği, bunca unutulmuşluğu, bunca yalnızlığı ve bunca pişmanlığı hiç yaşamasaydım.

Keşke şöyle uzaklarda bir yerlerde öylece yetişmiş ve öylece unutulmuş bir ceviz ağacı olsaydım. Ve o ceviz ağacını kendisine mesken edinmiş bir sincapla arkadaş olsaydım. Veya şöyle dere kenarında her ilkbahar gelişinde öylece yeşillenip meyve veren bir erik ağacı olsaydım.Ve oradan gelip geçenlere kendimi beğendirmek için daha da bir yeşillenseydim, dahada bir güzelleşseydim ve meyvelerimi dahada bir tatlandırsaydım.

Keşke her ilkbahar gelişinde eriyen o karların içinden öylece çıkan ve öylece gökyüzüne doğru yükselen bir kardelen çiçeği olsaydım.Ve o çiçeğe konan bir uğu böceği olsaydım, bir arı olsaydım, bir kelebek olsaydım.Veya bir kayanın dibindeki basit bir yonca olsaydım ve öylece toprakla birleşen bir ölümlü olsaydım.

Keşke bu kadar seçici, bu kadar özenli, bu kadar hayalperest ve bu kadar takıntılarla dolu bir insan olmasaydım.

Keşke bir çocuğun elindeki o masal kitabı olsaydım, o kalem olsaydım, o defter olsaydım, o resim fırçası olsaydım, o tual olsaydım ve o uçurtma olsaydım.

Keşke gökyüzündeki o yıldızlar gibi herkesin hayallerine girseydim ve onların o güzelim rüyalarını birbir süsleseydim.

Keşke bi gökkuşağı gibi bütün bir dünyayı öylece sarıp sarmalasaydım.Ve tıpkı bir yağmur halinde bütün çöllere, ovalara,dağlara,kırlara,bayırlara,düzlüklere ve ormanlara öylece yağsaydım ve onlara hayat verseydim. Fakat?..