Masal Yolu

O sevgili dostu Sessiz Ayağın bu dünyaya veda edişinden sonra eve kapanan ve inzivaya çekilen Veysel Baba; artık daha bir mutsuzdu ve daha bir yalnızdı. Ara sıra o yeni arkadaşı Pancho Mancho adındaki o yaramaz sincap kendisini ziyaret etse de onun o derin yalnızlığı bir türlü son bulmuyordu. İçinde bulunduğu o ruh halini biraz olsun değiştirebilmek için ara sıra hikaye benzeri yazılar yazıyor ve bazen de fırçayı eline alıp çeşitli resimler yapıyordu. Ana yine de o sevgili dostu Sessiz Ayağı bir türlü unutamıyordu, unutması da imkansız gibiydi. Çünkü o yaşam yorgunu adam, o haliyle bir yanının eksik olduğunu düşünüyordu.

O sır dolu Shoreditch Park’ta yaşanan o güzel günlerin ardından, o hatıra dolu günlerin ardından ve o masalımsı günlerin ardından gelen o boşluk, o ruh hali; bizim o sevgi dolu Veysel Baba açısından çekilmez bir hale gelmişti. Onun o ısrarları olmasaydı eğer ve o kutsal sandığa dair sırlar konusnuda o çok sevgili dostu Sessiz Ayağı o kadar sıkıştırmasaydı eğer; belki de bütün bunlar yaşanmayacaktı ve o sevgili dostu Sessiz Ayakla birlikte o sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ta yaşanan o masalımsı günler ölünceye kadar devam edecekti. Ama olmamıştı işte ve bir hata sonucu, bir yanlış sonucu gelinen o nokta derin bir yalnızlıktan başka bir şey değildi.

Bir ümitsizlik anında ve o sır dolu Shoreditch Park’ın orta yerinde karşısına çıkan o iyi kalpli tilki; ona adeta yeni bir yaşam sunarak onu yeniden hayata bağlamıştı. Ve onu yeniden hayata bağlayarak da yaşamın başka başka güzelliklerinin de olduğunu ona yeniden hatırlatmıştı. O iyi kalpli konuşan tilkinin sevgiyi temel alan o yaklaşım biçiminde samimiyet vardı, içtenlik vardı, özgüven vardı, yardımlaşma vardı, fedakarlık vardı, paylaşım vardı, anlayış birlikteliği vardı, ruh birlikteliği vardı, duygu birlikteliği vardı, gönül birlikteliği vardı ve kalp birlikteliği vardı.

O yaşam yorgunu Veysel Baba adeta çilelerle ve dayanılmaz acılarla geçen o uzun yaşamında; yakın çevresindeki o insanlardan göremediği o sevgiyi, o dostluğu ve o kalp birlikteliğini soğuk bir kış gecesi o sır dolu parkın içinde karşılaştığı o iyi kalpli tilkide bulmuştu. Ve sanki o umutsuzluk anında bir takım gizemli güçler devreye girerek onları o sır dolu parkın tam da ortasında biraraya getirmişler ve onlar arasında sevgiye dayalı bir dostluğun gelişmesinde ve sağlam temeller üzerine inşa edilmesinde çok önemli bir katkı sunmuşlardı.

Veysel Baba o yalnızlık dolu günlerinde ve kendisini adeta cezalandırmak için o çilehaneye kapattığı o göz yaşı yüklü günlerde bütün bunları düşündü, dünyayı düşündü, evreni düşündü, kainatı düşündü düşündü, evrenin o mükemmeliyetini düşündü, o devasa yapısını düşündü, o sonsuzluğunu düşündü, hala o genişlemesini düşündü, onu bu şekilde kurgulayan o gizemli eli düşündü, o sihirli dokunuşu düşündü, paralel evrenleri düşündü, milyarlarca galaksiyi düşündü, oralarda varolduğu söylenen o yaşamları düşündü, o gizemli varlıkları düşündü, o süpernovaları düşündü, o devasa yıldızları düşündü, o karadelikleri düşündü, o büyük patlamayı düşündü, Kıyamet Günü’nü düşündü, ölümden sonraki o yaşamı düşündü, cennet ve cehennemin gerçekten var olup olmadığını düşündü, insanların orada yargılanıp yargılanmayacaklarını düşündü, bu dünyada işlenen o günahları düşündü, bu dünyada işlenen o iyilikleri düşündü, o sevapları düşündü, o iyi kalpli insanları düşündü, o kötü kalpli insanları düşündü, o yardımsever insanları düşündü, o hayırsever insanları düşündü, o doğasever insanları düşündü, o hayvansever insanları düşündü, o paylaşımcı insanları düşündü, o savaşa karşı çıkan güzel insanları düşündü, o din ayrımına, inanç ayrımına karşı çıkan insanları düşündü, o ırk ayrımına karşı çıkan o yürekli insanları düşündü, o küresel soygun düzenini düşündü, kapitalist sistemin doymak nedir bilmeyen o iştahını düşündü, servetlerine yeni servetler eklemek isteyen o para babalarını düşündü, onların o sonu gelmez isteklerini ve arzularını düşündü, o ezilenleri düşündü, o emeği çalınanları düşündü, o alınteri çalınanları düşündü, o yoksul Afrika’yı düşündü, o acılarla yoğurulmuş Afrika’yı düşündü, o susuzlukla boğuşan Afrika’yı düşündü, o bütün doğal kaynakları birileri tarafından öylece çalınan o güzelim Afrika’yı ve onun o güzel insanlarını düşündü, o kitlesel güç hareketlerini düşündü, dünyanın adeta bir felakete doğru sürüklenmekte olduğunu düşündü, o güzel yarınların daha şimdiden o açgözlü birileri tarafından adeta esir alınmakta olduğunu düşündü ve en sonunda da o Kutsal Sandığı düşündü, Kıyamet Taşı’nda yazılı olan o tarihi düşündü, Lord Parapanu’yu düşündü, Prenses Batavine’yi düşündü, dostu Sessiz Ayağı düşündü, onun o çok akıllı kızı Goze’yi düşündü, o St.John’s Hoxton Kilisesi’ni düşündü, o sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ı düşündü, oradaki o tilki dostlarını düşündü, onlarla geçirmiş olduğu o güzel günleri düşündü, orada o sır dolu parkın orta yerinde o sevimli tilki yavrularına anlatmış olduğu o güzelim masalları düşündü, Masalcı Dede olarak her gece evinden çıkıp o meşhur Masal Yolu’nu düşündü. Ve o Masal Yolu’nda yürürken kurmuş olduğu o güzelim hayalleri düşündü.

O Masal Yolu’nda yürürken içinde kötülüklerin olmadığı, çirkinliklerin olmadığı, soygunlukların olmadığı, emek hırsızlığının olmadığı, sömürünün olmadığı, adaletsizliğin olmadığı, hukuksuzluğun olmadığı, yalan söylemenin olmadığı, iftira atmanın olmadığı, arkadaşlığı satmanın olmadığı, dostu yarı yolda koymanın olmadığı, günah işlemenin olmadığı, işkence yapmanın olmadığı, insan katletmenin olmadığı, savaş çıkarmanın olmadığı, halkları birbirine karşı düşman etmenin olmadığı, doğa katliamlarının olmadığı, hayvan katliamlarının olmadığı, ve o güzel geleceğimizin tehlike altında olmadığı cennetten bir dünya hayal etmişti. Ve yine o Masal Yolu’nda yürürken hep o güzelim çocukların o şen cıvıltılarını hayal etmişti, onların o çılgınca koşuşturmalarını hayal etmişti, onların o güzel oyunlarını hayal etmişti ve onların elindeki o rengarenk uçurtmaların öylece özgür bir şekilde gökyüzünde dalgalanmasını hayal etmişti.

Ama olmamıştı işte ve onun o Masal Yolu’nda kurmuş olduğu bütün o güzelim hayaller yine yarım kalmıştı işte. Yine o mağlubiyet dolu günler, o karamsarlık dolu günler ve o hüzün dolu günler yeniden geri gelmişti işte. Yine o korkular, o titremeler ve o ani bayılmalar yeniden onun kapısını çalmaya başlamıştı işte. Ve yine o karanlık dehlizler, o ışıksız odalar ve o dipsiz kuyular onu orada biryerlerde öylece beklemekteydi işte. Yine o uykusuz geceler, o korku dolu geceler ve o kabus dolu geceler yeniden ona merhaba demişti işte. Ve artık o derin yalnızlıklarına, çaresizliklerine ve hayal kırıklıklarına yeniden geri dönmüştü işte. Ve o hayal kırıklıkları ile birlikte de kendisini yeniden eve kapatarak adeta inzivaya çekilmişti işte.

O yaşam yorgunu adamın gerek bu dünyaya dair ve gerekse de bu dünyanın o güzel geleceğine dair pek bir ümidi kalmamıştı. Ve sanki o Shoreditch Park’ta yaşanan o masal dolu günler çok gerilerde kalmış gibiydi. Ve her şey tıpkı bir masal gibi başlamış ve tıpkı bir masal gibi sona ermişti. Ve sanki her şey tıpkı o masallardaki gibi; bir varmış, bir yokmuş diye başlamış ve devamında da pireler berber iken, develer tellal iken, kurtlar çoban iken, tilkiler kümes bekler iken, aslanlar etoburluktan otoburluğa geçmiş iken, balıklar artık karada yaşar iken, kuşlar pilot iken, karıncalar terzi iken, arılar trafik polisi iken, kurbağalar şarkıcı iken, kaplumbağalar doktor iken, kediler hemşire iken, çekirgeler bakkal çalıştırıyor iken, ayılar kasap iken, kelebekler ressam iken, bülbül şair iken ve ben, annemin beşiğini tıngır-mıngır sallıyor iken; oralarda biryerlerde çok uzak diyarların birinde var olduğu söylenen o Kaf Dağı’nın ardında sır dolu bir masal ülkesi varmış. Ve o masal ülkesinde yaşayan bir Masalcı Dede ile her gece onu dinleyen o çok sevgili tilki dostları varmış. Ve o Masalcı Dede her gece bıkıp usanmadan o çok sevgili tilki dostlarına en güzel masalları öylece anlatıp dururmuş.

Bizim Masalcı Dede’nin o sevgili tilki dostlarına masal anlattığı o yerin adı da Shoreditch Park’mış. Ve bizim Masalcı Dede’nin hala masal anlatmaya devam ettiği o masal ülkesine gidebilmek için de; o parkın tam da ortasından geçen o Masal Yolu’ndan yürümek gerekiyormuş. Ve yine o sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ın tam da ortasından geçen o güzelim Masal Yolu’na o ismi veren de; aslında bir zamanlar o parkta yaşayan ve daha sonra Londra dışındaki o çiftlik evine taşınan o sevgili tilki dostlarmış. Bizim Veysel Baba, yani bizim o Masalcı Dede her gece yarısı evinden çıkıp bir güzel yürüdüğü o hayal yoluna çok daha sonradan o sevgili tilki dostları kendi aralarında Masal Yolu demeye başlamışlar. Ve bizim Masalcı Dede’nin adını Yüzbir Gece Masalları koyduğu o güzel günler, o hayal dolu geceler adeta bir masal gibi yaşanmış. Masalcı Dede her gece yeni bir masal anlatmak için evden çıkıp da o masal yolundan yürüken kendi içinden yeni bir masalın ismini tekrarlayıp durumuş. Ve daha sonra da o Masalcı Dede’nin her adımı yeni bir masalın ismi olmuş.

Derler ki: Bizim o iyi kalpli Veysel Baba’nın, yani o Masalcı Dede’nin her gece yürüdüğü Masal Yolu, Sessiz Ayağın bu dünyaya veda edişinden sonra, diğer tilki dostların Londra dışındaki o çiftlik evine taşınmasından sonra ve bizim Masalcı Dede’nin kendi evine kapanmasından sonra çok öksüz kalmış. Ve artık o sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ta yaşanan o masal dolu günler de çok ama çok gerilerde kalmış. Ve her şey adeta bir masal gibi yaşanıp bitmiş. Çok güzel bir masalın bir rüyanın öylece sona erdiğini gören bizim Veysel Baba da büyük bir üzünütü içerisinde kendisini eve kapatarak adeta bir matem süreci içine girmiş. Onun bu üzüntülü durumunu ve o perişan ruh halini gören büyük kral Parapanu ve o çok sevgili eşi Prenses Batavine hemen devreye girerek ona yardımcı oldular. Ve çok gizemli bir şifrenin kodlarını ona vererek onu yeniden o çok sevgili tilki dostlarıyla buluşturdular.

Ve artık bizim Veysel Baba çok mutluydu. Ve artık bizim Masalcı Dede her gece evinden çıkarak o meşhur Masal Yolu’ndan yürüyordu ve o yolun sonuna geldiğinde de o gizemli şifreyi söyledikten sonra kendisini birden bire Kaf Dağı’nın ardındaki o Masal Diyarı’nda buluyordu. Ve onu orada o çok sevgili dostu Sessiz Ayak ile diğer bütün tilki dostları beklemekteydi. O büyük kral Parapanu ve Prenses Batavine’nin yardımseverliği sayesinde o çok sevgili dostu Sessiz Ayağa yeniden kavuşan bizim Veysel Baba için; o güzel günler, o hayal dolu günler ve o masal dolu geceler yeniden geri gelmişti. Her gece evinden çıkmak, o hayal dolu Masal Yolu’ndan yürümek, yolun sonuna geldiğinde o gizli şifreyi söylemek ve birden bire kendisini o masal diyarında bulmak; onun için adeta rüya gibi bir şeyi, masal gibi bir şeydi. Ve oraya gider gitmez de hemen o tilkiye benzer maskeyi yüzüne bir güzel geçirdikten sonra orada kendisini dinlemeye gelen o meraklı meraklı, o tatlı mı tatlı ve o sevimli mi sevimli tilki dostlarını en güzel masalları, en yeni masalları anlatmak da bir başka duyguydu, bir başka yaşanılası andı. O sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ta yaşanan o gizem dolu günlerden sonra gelen o hüzün dolu ayrılık süreci ve o derin yalnızlık hali artık bir son bulmuştu. Ve bizim o iyi kalpli dostumuz Veysel Baba da halen oturduğu o evde her gece derin düşlere dalarak, derin hayallere dalarak; kendi zihin dünyasında bir yolculuğa çıkıyor ve o sır dolu Shoreditch Park’ta yaşanan o güzel günleri, o hayal dolu günleri ve o masal gibi geçen günleri yeniden geri getirebilmenin bir uğraşısı içine giriyordu.

Veysel Baba o ayrılık süreci ile birlikte kendisini eve kapatıp inzivaya çekildikten sonra; bir yandan o sır ve gizem dolu Shoreditch Park’ta geçen o masal dolu geceleri yeniden hatırlamaya çalışırken, bir yandan orada, o sır dolu parkta yaşananları o hiç tükenmeyen sihir dolu kalemle bir güzel yazıya dökmeye çalışıyordu. Veysel Baba uzun uğraşlardan sonra ve uykusuz gecelerden sonra kaleme alıp da, bitirdiği o sır dolu hikayelere, o mesaj yüklü hikayelere; kendi yaşadığı o evin hemen bitişiğindeki o güzelim Shoreditch Park’ın adını verdi. Ve şu an siz bütün güzel çocukların, siz bütün iyi kalpli insanların okumaya çalıştığı o sır dolu, o gizem dolu ve o mesaj dolu Shoreditch Park Hikayeleri de işte bu şekilde doğdu. Ve sözkonusu bu sır dolu hikayeler sayesinde de bütün dünya çocukları; bir Veysel Baba’dan bir yalnız adamdan, bir yaşam yorgunu adamdan, bir siyaset yorgunu adamdan ve bir doğasever adamdan bir güzel haberdar oldular. Ve yine sözkonusu bu gizem dolu hikayeler sayesinde de bütün dünya çocukları; bir Shoreditch Park’tan, bir konuşan tilkiden, bir Sessiz Ayak’tan, bir Parapanu’dan, bir Batavine’den, bir Rüzgar Saçlı Kız’dan, bir Rüzgarlı Vadi’den, bir Kinder House’dan, bir St. John’s Hoxton’dan, bir Kutsal Sandık’tan, bir Veysel Baba Çiftliği’nden, bir Goze’den ve bir Masal Yolu’ndan bir güzel haberleri oldu.

Ve işte o günlerde sözkonusu bu hikayeleri okuyan bir kız çocuğu gece rüyasında o Masalcı Dede’yi gördü. Masalcı Dede rüyasında söz konusu o kız çocuğuna bir hayalinden, bir düşünden bahsetti. Ve ona; gerek o masalları yaşatmak için, gerek o masalları bütün dünya çocuklarına daha da bir sevdirmek için, gerek o masallarda verilmek istenen o mesajları bütün insanlara en iyi bir şekilde anlatabilmek için ve gerekse de o güzelim tilki kardeşliğini dünyanın dört bir yanına yaymak için hemen uykusundan uyanarak o sır dolu, gizem dolu Shoreditch Park’a gitmesini ve oradaki o Masal Yolu’nun sonunda da kendisine vereceği o gizli şifreyi üç kez tekraralamasını söyledikten sonra ona:

“Ey güzel kız! Ey akıllı kız! Ey şirin kız! Sen seçilmiş bir kızsın artık. Çok iyi kalpli bir kız çocuğu olduğun için seni bir ziyaret edelim dedik. Benim kaleme almış olduğum o sır dolu hikayeleri okurken duymuş olduğun o heyecan, o kalp çarpıntıların ve o güzel düşlerin ta bize kadar yansıdı. Ve bu gece o masallar diyarından ayrılıp buraya gelerek seni bir güzel ödüllendirmek istedik.

Ey güzel kız! Ey iyi kalpli kız! Eğer sen de o masal yolundan yürümek istiyorsan ve o Kaf Dağı’nın ardındaki o Masal Diyarı’na varmak istiyorsan eğer ve orada benden yani o Masalcı Dede’den en güzel masalları dinlemek istiyorsan eğer; o zaman hemen uykudan uyan ve sana söylediklerimin hepsini de bir bir annene anlattıktan sonra ona de kiİ: Gerek o Masal Yolu’ndan yürümek için, gerek o masal diyarına ulaşabilmek için, gerekse de orada kendisini bekleyen o Masalcı Dede’den, yani benden en güzel masalları dinlemek için ve gerekse de oradaki bütün tilki kardeşlerinle arkadaş olman için mutlaka gece yarısını beklemen gerekiyor, mutlaka pijamalı ve terlikli olman gerekiyor, mutlaka yanınızda bir tilki maskesi bulundurmanız gerekiyor, mutlaka bir battaniye ile bir yastığı yanınızda götürmeniz gerekiyor, mutlaka el ele tutuşup o Masal Yolu’ndan öylece sessiz bir şekilde yürümeniz gerekiyor, o Masal Yolu’nda yürürken her adım başında bir masalın ismini kendi içinizden söylemeniz gerekiyor ve o Masal Yolu’nun sonuna geldiğinde de sana söylemiş olduğum o gizli şifreyi tam üç kez söylemen gerekiyor. Ve sen bütün bu söylediklerimi bir güzel yaptıktan sonra birden bire karşına sihirli bir kapı çıkacak. Ve sen hiç korkmadan o kapıya dokunduğunda gizemli bir ışık hem seni hem de aileni kucaklayacak ve rengarenk bir sis bulutunun içinden geçirerek bizim o masallar diyarına ulaştıracak. Biz, seni ve aileni orada bir güzel beklemekteyiz.”

O iyi kalpli kız çocuğu büyük bir heyecan içerisinde uyandı ve hemen annesinin yanına giderek gördüğü o güzel rüyayı annesine anlattı. Evin annesi gecenin o ilerlemiş saatinde ne yapacağını ve o küçük prensesine nasıl bir cevap vereceğini düşündü. Ve daha sonra kendi kendisine: “Biz de bir zamanlar çocuktuk, bizim de bir takım hayallerimiz düşlerimiz vardı. Ve bizler de bir zamanlar gizem dolu düşlerin veya masalların bir parçası olmuştuk. Öyleyse hemen kalkıp biricik prensesimin o güzel düşünü yerine getirmek için harekete geçmeliyim.” dediken sonra hemen evin babasını uyandırdı ve ona olan biteni anlattı.

Biraz sonra evin babası, annesi ve o küçük prensesleri üstlerinde pijamaları, ayaklarında terlikleri ve yanlarında da tilki maskeleri, o rengarenk battaniyeleri ve o küçük yastıkları olduğu halde Kinder House’un o sekiz nolu evinden ayrılarak o sır dolu Shoreditch Park’ın yolunu tuttular. Ve biraz sonra da gayet sessiz bir şekilde o Masal Yolu’ndan geçerek en son noktaya kadar geldiler. O anda evin küçük kızı kendi içinden Masalcı Dede’nin söylemiş olduğu o gizli şifreyi tam tamına üç kez tekrarlayınca; bir anda karşılarına muhteşem görünüşte devasa bir kapı çıktı. Evin küçük prensesi hiç korkmadan o sihirli kapıya dokunduğunda, kapı aniden açıldı ve gizemli bir ışık hem onu hem de ailesini oradan alarak rengarenk bir sis bulutunun içinden geçirerek o masallar diyarına ulaştırdı.

Her şey o Masalcı Dede’nin rüyasında o küçük prensese söylediği gibi gerçekleşmiş ve evin o iyi kalpli annesi, babası ve o sevgili yavruları adeta boyut değiştirerek birdenbire kendilerini o masallar diyarında bulmuşlardı. Orada o masallar diyarında, kimler yoktu ki; bizim Rüzgar Saçlı Kız oradaydı, Masalcı Dede oradaydı, konuşan tilki Sessiz Ayak oradaydı, Sessiz Ayağın diğer yavruları oradaydı, Lord Parapanu ve sevgili eşi Prenses Batavine oradaydı, Büyük Tilki Konseyi’nin bütün üyeleri oradaydı, sincapların kralı Gavange oradaydı oradaydı, ve diğer bütün tilki kardeşler oradaydı.

Orada o masallar diyarında bulunan herkes en güzel bir şekilde o yeni misafirlerini karşıladı ve onları çok güzel bir şekilde ağırlayarak da adeta onure ettiler. Ve daha sonra bizim o Masalcı Dede’miz Veysel Baba hem o yeni misafirlerine hem de orada bulunan diğer bütün tilki dostlarına, Gavange’ye, Rüzgar Saçlı Kız’a en sevdiği masallardan birkaç tanesini arka arkaya bir güzel anlattı. Ve Londra’dan giden o yeni misafirler Kaf Dağı’nın ardındaki o masallar diyarında çok güzel bir gece geçirdikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla birlikte aynı yoldan geri döndüler ve o meşhur Masal Yolu’ndan geçerek kendi evlerine varıp derin bir uykuya daldılar. Tıpkı bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba gibi. Tıpkı bizim o yalnızlıklar adamı Veysel Baba gibi. Tıpkı bizim o Veysel Baba gibi. Tıpkı bizim o gözyaşı yüklü Veysel Baba gibi. Tıpkı bizim o mesaj yüklü Veysel Baba gibi. Tıpkı bizim o inzivaya çekilen Veysel Baba gibi.

Derler ki: Ne mutlu hayalleri olanlara ve ne mutlu o hayallerini bir bir gerçekleştirenlere. Ve yine derler ki: Ne mutlu güzel bir hayal için yola düşenlere ve o güzel hayali gerçeğe dönüştürmek için uğraş içinde olanlara...

Ve yine derler ki: Ne mutlu güzel bir dünya için yola düşenlere ve o güzel dünyayı inşa etmek için yoğun bir mücadele verenlere...

Ve yine derler ki: Ne mutlu sevgi için dostluk için, barış için ve kardeşlik için yola düşenlere ve sevgiden örülü bir köprü inşa etmek için yoğun bir çaba harcayanlara...

Ve yine derler ki: Ne mutlu o güzel yarınlar için yola düşenlere ve o güzel yarınları daha şimdiden inşa etmek için zorlu bir mücadeleye girişenlere....

Ve yine derler ki: O sevgi dolu Veysel Baba’nın o mesaj yüklü hikayelerinde dile getirmiş olduğu o Masal Yolu’ndan yürüyen tüm iyi kalpli insanlar kendi aralarında bir sevgi birlikteliği yapabilirlerse eğer bir gönül birlikteliği yapabilirlerse eğer, bir duygu birlikteliği yapabilirlerse eğer ve o küçük kız çocuğunun söylemiş olduğu o gizli şifreyi bulabilirlerse eğer; işte o zaman Masal Yolu’nun sonundaki o sihirli kapıdan geçip o masal diyarına varırlarmış ve orada kendilerini beklemekte olan o Masalcı Dede’den en heyecanlı masalları bir güzel dinlerlermiş. Çünkü o yol Masal Yolu’ymuş. Ve o yolun sonunda da sonsuz bir mutluluk varmış, sonsuz bir huzur varmış ve sonsuz bir hayal dünyası varmış. Çünkü o yol insanı sevgiye götürürmüş, barışa götürürmüş, kardeşliğe götürürmüş, dostluğa götürürmüş ve insan olmaya götürürmüş. Ne mutlu sevgi için, barış için, kardeşlik için, dostluk için yola düşene ve ne mutlu insan olana. Ne mutlu Masal Yolu’ndan yürüyerek o sonsuzluklara karışanlara...

Ve yine derler ki: Çok uzun bir zaman sonra o Shoreditch Park Hikayeleri’ni okuyan bazı iyi kalpli insanlar kendi aralarında toplanıp bir gönül birlikteliği yapmaya başladılar, bir kalp birlikteliği yapmaya başladılar ve bir eylem birlikteliği yapmaya başladılar. Ve o iyi kalpli insanlar her Cumartesi gecesi bir araya gelip; üstlerinde pijamaları, ayaklarında terlikleri, yüzlerinde tilki maskeleri ve ellerinde de yastıkları, battaniyeleri olduğu halde evlerinden çıkıp yavaş yavaş o meşhur Masal Yolu’ndan yürümeye başladılar ve o sır dolu Shoreditch Park’ın tam kalbine geldiklerinde yastıklarını bir güzel yere koyup üzerine oturdular. Ve daha sonra o rengarenk battaniyeleri sıkı sıkı üzerlerine sardıktan sonra da sırayla birbirlerine en güzel masalları anlatarak o mesaj yüklü Shoreditch Park Hikayeleri’nin o güzelim ruhunu kendi aralarında yaşatmaya çalıştılar. Ve bu durumu gören Hackney Belediyesi de en sonunda o güzel geleneği daha da bir anlamlı hale getirerek; her sene belli bir tarihte düzenlenen ve masal söylemeyi, masal anlatmayı veya masal dinlemeyi seven bütün iyi kalpli insanların, bütün sevgi dolu insanların ve bütün dünya çocuklarının katılabileceği bir etkinliğe, bir dinletiye, bir söyleşiye ve bir festivale dönüştürdü...

Ve yine derler ki: Bütün bu güzellikleri yukarıda biryerlerde gören o iyi kalpli Veysel Baba ile o çok sevgili dostu Sessiz Ayak çok mutlu oldular ve verilmek istenen mesajın da artık yerine ulaştığını görünce de; dünyanın o güzel geleceğinden daha da bir emin oldular.

Ve birgün yolunuz Londra’ya düşerse eğer; o sır dolu, gizem dolu Shoreditch Park’ı ziyaret etmeyi ve o parkın tam da içinden geçen o hayal dolu Masal Yolu’ndan öylece yürümeyi ve o yolda en güzel hayalleri kurmayı sakın ola ki ihmal etmeyin. Kimbilir belki o anda, o sihirli kapı birdenbire sizin için açılabilir ve sizi bir anda o masal diyarına taşıyabilir. Çünkü orada o Masalcı Dede ile o sevgili dostu Sessiz Ayak bütün iyi kalpli insanları bir güzel beklemektedirler. Sevgiler, saygılar. Londra’dan Dersim’li Veysel Baba...

Ve Artık Veda Vaktidir

Ve artık veda vaktidir. Ve artık bu son yazıdan sonra ben yokum. Ve artık o masal dolu güzel günler bitti. Ve artık Shoreditch Park Hikayeleri’nin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Ve artık siz bütün güzel insanlara veda ediyorum. Ve artık yorgun bir insan olarak, mesajlarını vermiş bir insan olarak kendimi o derin yalnızlıkların içine atmak istiyorum. Ve artık bundan sonraki yaşammımı, o yaramaz arkadaşım Pancho Mancho’yla birlikte inzivaya çekilmiş bir yaşam yorgunu adam olarak sürdürmek istiyorum. Ve artık söylenmek istenen söylenmiştir, yazılmak istenen yazılmıştır ve verilmek istenen verilmiştir. Ve artık görevini yapmış bir insan olarak tıpkı o çok sevgili dostum Sessiz Ayak gibi kendi yuvama kapanarak adına ölüm denilen o sonsuzluk şerbetini tadacağım o günün gelmesini bekleyeceğim. Yani diğer bir deyişle: Oyun bitti, perde kapandı.

Bizim o derin maneviyat yüklü Anadolu inanç yapılanmasında buna kısaca “İnzivaya çekilmek” veya “Kendi iç dünyasına kapanmak” denilir. Ve özellikle de Anadolu Erenleri’nde, Anadolu Alevi Toplumu’nda; inzivaya çekilmek, dünya işlerinden elini, eteğini çekmek büyük bir değer olarak görülür, önemli bir aşama olarak görülür. Böylesine önemli bir mertebeye ulaşmış bir insan için artık bu yaşamın hiçbir önemi yoktur, artık o yorucu dünya hayatının herhangi bir anlamı yoktur, artık maddiyatın ve servetin hiçbir değeri yoktur ve artık bu ölümlü dünya için çabalamanın da herhangi anlamı yoktur. Arthur Schopenhauer, “Reading, writing and living” isimli makalesinde şöyle der:

“A hairy man from suffering anda buse before anything else (external annoyance) to strive fort o be  free, silence and time out, so that minimum number of un expected and residents with dangerous encounter possible, they will look for a modest life and thus promise very little in common with fellow after sharing the experience cloister valve it will prefer a life , even if it has a great soul, altogether will choose solitude.

Because a human being no matter how much by itself enough, other people will be less need fort hat much; other people per se  will be able to tolerate him so little . A higher mind is why being able to push out a human society level. It is true, if it edile bils compensated quantitative natüre of the mind, these people did not even live in the word of value to great paints; but fortunately a hundred wise men can not fool come together in one.

But standing at the other and of the spectrum gets rid of the need for break through pain does not get rid of, although it’s worth a lot of fun and efforts to interfere in the community, met fort he first anyone would love to meet, and in itself it becomes something that’s rather try to avoid. Because everyone is left in solitude faced with their qualifications, interests that have nothing to light a man’s self; I’m in all the groans under the burden of the people in abject fool of sequined attire, which is never a burden on assignment; where as the eyes to talented people refreshing secluded places thoughts. “

Seneca , reports that the folly of their own burden: “ a fool’s life is worse than death”

“Therefore, as a rule, a person may be involved in community care and mental miserable to the extent that the  overall volgar. On the one hand because in this world of loneliness choice of a person, on the other hand, it does not go much beyond platitudes.

Check the time, so when you have to realize freedom of the human personality or individuality is ulually composed of fruit or product of effort and only the remaining part of life. But what appears most people’s spare time? Boredom and stupidity, no doubt the flesh of the folly of the pursuit of exceptional circumstances or time . What such a tiny range of leisure as seen in the precious hours of his disappearance and arbitrary style or empty ignorant people , as pointed out how Ariosto pitiful! Ordinary people only think how they spend their time; A have any ability  to be busy people how to use the time . Limited human mind with boredom conveyor will cause the minds of not are, not prone to use for anything other than mobilizing the power. And when there is something special that had the will to act , it takes the form of inertia and minds would resort because as he will need to put something external to the scene. The result is that a man has power, whatever it is, it’s a terible recession , simply bpredom is.

Just as no cauntry just a few items of imports in need or no need to hear that a cauntry so prosperous, if not the most happy is the man that is suffivient to wealth within himself and outside either too little or human . Nothing  that do not need to sustain it’s existence. Because the imported goods are expensive things, they reveal the abuse , they give rise to the danger,they give rise to hardship anda re a miserable residence for domestic production short of the promse. No one from the others , or generally speaking , should not be in too much expectations from the outside World. For another thing to express a person is not so great; The only thing remaining is that everyone who eventually remain alone ad important.”

O değerli insan Arthur Schopenhauer’in de söylediği gibi; bu noktada asıl önemli olan şey insanın yalnız kaldığında kendi kendine yetebilmesidir. Ve şayet bir kişi her bakımdan kendi kendine yetebiliyorsa ve bu durum onda bir takım ruhsal sorunlar yaratmıyorsa; o zaman başka insanlara çok az gereksinim duyar. Eğer bir insan o aşk defterini çoktan kapatmışsa ve eğer bir insan maneviyattan yoksun o içi boş yaşam şeklini veya kültürünü bir yana bırakmışsa ve artık kendi iç dünyasına dönmüşse eğer; o zaman böylesi bir durumu gayet anlayışla karşılamak gerekir. Çünkü böylesi bir aşamaya gelmiş kimi insanların toplumdan adeta kaçarcasına uzaklaşıp da kendi iç dünyalarına dönmeleri ve orada manevi bir yolculuğa çıkmaları; o insanlardaki ruh gücünün, akıl veya zihin gücünün, yargılama yeteneğinin, algılama veya kavrama kapasitesinin ve her şeyi olduğu gibi hakkaniyetle muhasebe edebilme yeteneğinin çok yüksek bir seviyede olduğunu gösterir.

Sonuç olarak tarafsız bir gözle bakacak olursak eğer ve bu duruma hakkaniyetli bir yorum getirecek olursak eğer; o zaman çok rahatlıkla diyebiliriz ki her insan aslında yalnızdır ve her insan günün birinde adına yalnızlık denilen o sonsuzluk şerbetini mutlaka tadacaktır. Ama bu dünyada ama varsa eğer diğer dünyada. Burada önemli olanın o yalnız kalan insanın kim olduğudur ve niçin yalnız kaldığıdır. Yani o yalnızlığı kendisi mi seçmiştir, yoksa birileri mi onu o derin yalnızlıkların içine itmiştir. Çünkü bazı insanlar içine düşmüş oldukları o yalnızlıklarıyla çok rahatlıkla baş edebilirler ve o yalnızlığı kendi zihin dünyalarında çok rahatlıkla yenebilirler. Fakat bazı insanlar için ise o yalnızlık karanlık bir kuyu gibidir, korkulası bir cehennem gibidir ve sonu gelmez bir kabus gibidir. H.Ibsen: “En yalnız insan, en güçlü insandır” der. Goethe ise: “Yalnızlık sadece bir kelimedir. Söylenişi ne kadar kolay, halbuki taşıması o kadar zor ki” der.

Eğer bir insan her bakımdan kendi kendine yetebiliyorsa ve başka insanların varlığına ihtiyaç duymadan tek başına yaşayabiliyorsa eğer; işte o zaman sözkonusu o insan için yalnızlık diye bir kavram da o kadar ürkütücü değildir. Bir insan her bakımdan güçlüyse eğer ve her bakımdan donanımlıysa eğer; o zaman sorun kalmamış demektir. Bir insan belli bir aşamadan sonra tıpkı şu an benim yaptığım gibi eve kapanıp, inzivaya çekiliyorsa eğer ve duyguda birliktelik, düşüncede birliktelik, amaçta ve hedefte birliktelik, eylemde birliktelik, olaylara bakışta birliktelik, olayları kavrayışta birliktelik, olayları yorumlamada birliktelik, sevgide ve dostlukta birliktelik, kaderde ve tasada birliktelik, acıda ve kederde birliktelik, paylaşmada ve yardımlaşmada birliktelik, düş ve hayal birliktelik, kalpte ve gönülde birliktelik ve hatta o güzel yarınlar için bir mesaj vermede birliktelik gibi bir takım önemli kavramları, bir takım manevi kavramları ve bir takım insani değerleri, toplumsal değerleri adeta bir yaşam felsefesi gibi kendi yaşamına uygulayabiliyorsa eğer; işte o zaman asıl mutluluğun kapısı söz konusu o insan için ardına kadar aralanmış demektir. Çünkü o kapının ardında sonsuz bir saadet vardır, sonsuz bir huzur vardır.

Düşünebilen bir insan için, maneviyata değer veren bir insan için; yalnızlıklık o kadar da ürkütücü ve o kadar da korkulası bir yaşam şekli değildir. Şurası da unutulmamalıdır ki; Allah da yalnızdır ve milyarlarca yıldan bu yanadır hep yalnız yaşamaktadır. Ve bir gün canı sıkıldığı için ve yaratmış olduğu o muhteşem eseri görmesi için biz insanları yarattı. Yarattı yaratmasına da onları yola getirmekte ve onlara doğruyu öğretmekte bir türlü başarılı olamadı. Yüzlerce peygamber veya elçi gönderdiği halde ve onca felaketi insanların üzerine yağdırdığı halde; yine de biz insanları doğru yola getirmede başarılı olamadı ve yine de biz insanla şeytan arasındaki o sıkı ilişkiye bir son veremedi. Çünkü insan düşünen bir varlık olduğu için hep daha fazlasını arzu etmiştir ve maneviyattan çok maddeye değer vermiştir. Yani asıl mutluluğun kaynağı olarak maddeyi görmüştür. Yani sözün kısası daha fazla servet elde ederek asıl mutluluğu yakalayacağını zannetmiştir.

Sevgiyi, saygıyı ve dostluğu kendisine şiar edinmiş olan o gönüller sultanı Mevlana Jalaluddin-i Rumi’nin tasavvuf anlayışında insan beden ve ruhtan olmak üzere iki ana özden oluşur. İnsan bedenini yani gövdeyi toprak, rüzgar, ateş ve su gibi dört temel öğe, dört doğal etmen oluşturur. Bu öğeleri birleştiren, bir araya getiren ve onlara o asıl anlamı yükleyen tek güç ise sevgidir. İnsan bedeni yani gövde bir birleştiren olmadığı için ve ölümlü olduğu için dağılır. Yani bir diğer deyişle bütün kurucu öğelerini kaybeder. Ve kurucu öğesini kaybeden ruh, insan bedenine yani gövdeye misafir olarak geldiği içindir ki ölümden sonra asıl kaynağına geri döner. Ve her zaman beslendiği o tanrısal kaynağına yeniden geri döndüğü için de hep ölümsüzdür.

Bu düşünce sistematiğinde beden veya gövde ruhun kapatıldığı veya öylece çembere alındığı bir esaret yeri gibidir, bir özlem yeri gibidir. Ruh gövdede bulunduğu sürece asla özgür değildir ve bundan dolayıdır ki her zaman beslendiği o tanrısal kaynağına geri dönmek için adeta yanıp tutuşur. İnsan ruhunun bu özlem dolu arayışına aşk denir, sevgi denir, o ilahi güce sonsuz bağlılık denir. İnsan bedenine yerleşen ruh ölümsüz olduğundan, insanın da ölümsüz bir yanı vardır. İnsan bedenine canlılık kazandıran, ona dirlik veren ve insana düşünme, algılama, yargılama yetkisi sağlayan da yine içimizde var olan o ruhtur. Ve yine onun bu düşünce anlayışına göre şuan bize görünen bu evrenin ötesinde bir yerlerde asıl evren vardır ve şuan içinde yaşadığımız bu evren aslında o gerçek evrenin yansımasından başka bir şey değildir.

O gönüller sultanı Mevlana Jelaluddin-i Rumi’nin en temel öğretisi olan o tasavvuf anlayışında sevgi, ruhun o tanrısal kaynağa duymuş olduğu o sonsuz özlemi ifade eder, o sonsuz arayışı ifade eder. Çünkü sevgi her zaman kavuşturucudur, her zaman birleştiricidir ve her zaman insan ruhuyla bağlantılıdır. İnsan özünde sevgi olan ve sevgiyle ayakta kalabilen, sevgiyle o sonsuz huzuru bulabilen bir tanrısal varlıktır, bir ilahi varlıktır. Her arayışın içinde, her özlemin içinde ve her dokunuşun içinde sevgi vardır. Çünkü bütün bu evreni var eden ve bu evreni belli bir düzen içinde hep bir arada tutan o tanrısal kurgunun veya dokunuşun ardında da bir tanrısal güç, bir tanrısal sevgi mutlaka vardır ve olmalıdır da. Çünkü bütün kainat birbirine sevgi ile bağlanmıştır. Tıpkı ayın dünyaya aşık olduğu gibi, tıpkı dünyanın güneşe aşık olduğu gibi, tıpkı güneşin ateşe aşık olduğu gibi, tıpkı kelebeğin çiçeğe aşık olduğu gibi, tıpkı ruhun o ilahi varlığa aşık olduğu gibi.

Tasavvuf anlayışının benimsendiği o ilahi sevginin asıl kaynağı, asıl dayanak noktasıda ilkçağ Anadolu-Yunan felsefesidir. Ve bu ilahi felsefenin asıl kurucusu da Empedokles’tir. Sevginin birleştirdiği söylenen rüzgar, su, ateş, oprak gibi dört temel kurucu öğenin asıl kurucu sahipleri de yine Anadolu-Yunan bilgeleridir. Rüzgar Anaksimenes’in, su Thayes’in, ateş Herakleitos’un, toprak ise Empedokles’in benimsediği ilk kurucu öğedir. bu dört temel öğeyi birleştirip bir araya getiren de ve tiksintiyi, nefreti onlardan uzaklaştırığ ayıran da yine o bilge anlayıştır. Platon ve Aristotales felsefesinde de bütün göksel varlıklar diri oldukarı için birer ruh taşırlar.

Ve yine Mevlana’nın tasavvuf anlayışındaki o sevgi, diğer bütün canlılarda da vardır, ancak biliçsizdir, kendisini ifade edebilme yetisinden uzaktır. Fakat bunun karşısında biz insanlardaki o düşünebilme yetisi her zaman bizleri bir arayış içerisine sokmuştur. Ve o sonsuz arayış netişcesinde de gelinen en son nokta sadece ve sadece sevgidir. Çünkü sevgi sonsuz bir mutluluk demektir, sonsuz bir huzur demektir. Çünkü orada öğrenmek vardır, araştırmak vardır, bilgi edinmek vardır, soru sormak vardır, sorgulamak vardır, yargılamak vardır, paylaşmak vardır, arkadaşlık vardır, dostluk vardır, manevi değerlere sahip çıkma vardır, toplumsal değerlere saygı vardır, ailevi değerlere sahip çıkma vardır, kötülüğe karşı çıkma vardır, kötü olanı hayatımızdan çıkarma vardır, nefreti kendimizden uzaklaştırma vardır, savaşa karşı çıkma vardır, doğaya sahip çıkma vardır, haksızlığa karşı çıkma vardır, acıları paylaşma vardır ve o güzel yarınlar için hep bir araya gelme vardır. Ve rengarek bir gökkuşağı altında sevgiyle örülü çok güzel bir dünyayı yeniden inşaa etme vardır.

Ve işte söz konusu bu gizem dolu Shoreditch Park Stories sayesinde insanlar daha bir sevgi dolu olacaklar, daha bir umut dolu olacaklar, daha bir özlem dolu olacaklar, daha bir barış dolu olacaklar, daha bir kardeşlik dolu olacaklar ve daha bir dostluk dolu olacaklar. Ve belkide bu sayede de çoktandır unutmuş oldukları o geleneklere, o göreneklere ve bütün o manevi değerlere yeniden geri dönerek onlara bir güzel sahip çıkacaklar. Ve hemen ardından da çok kararlı bir şekilde bütün o doğa katliamlarına, o hayvan katliamlarına, insan katliamlarına, o savaş çığırtkanlıklarına, o karanlık senaryolara, o kıyamet senaryolarına, o küreselleşme senaryolarına, o küresel hegamonya düzenine, o küresel soygun düzenine ve bütün o haksızlıklara, adaletsizliklere, hukuksuzluklara ve de kural tanımazlıklara artık bir dur diyecekler, demelidirlerde. Çünkü başka bir dünya yok ve başka bir kurtuluş yolu da yok.

Ve ben Dersim’li Veysel Baba olarak söz konusu bu gizem dolu Shoreditch Park hikayelerini bir güzel kaleme aldıktan sonra ve siz bütün güzel insalara vermek istediğim bütün o mesajlarıda yine bu hikayelerin arasına bir güzel yerleştirip, serpiştirdikten sonra; artık görevimi yapmış bir insan olarak, mesajlarını vermiş bir insan olarak ve bütün iyi kalpli insanları barışa, kardeşliğe, sevgiye ve de dostluğa davet eden bir insan olarak, yaşam yorgunu bir adam olarak artık bir daha konuşmamak üzere o yalnızlık dolu evime kapanıyorum ve inzivaya çekilme sürecini başlatıyorum.

Bu noktada o sevgili dostum Sessiz Ayağa vermiş olduğum o sözün gereği olarak haftada bir kez dışarı çıkıp, onuno sevgili prensesi Goze’yle buluşmaya ve onu bir güzel eğitmöeye devam edeceğim. Çünkü o, bana o çok sevgili dostum Sessiz Ayağın en güzel hediyesi gibidir, en güzel armağanı gibidir. Ve yine gelinen bu en son aşama itibariyle de elimden geldiğince ayda bir kez de olsa Londra dışındaki o çiftlik evini ziyaret etmeye ve oradaki o tilki dostlarıma en güzel masalları, en güzel hikayeleri bir bir anlatmaya devam edeceğim.

Ve beklenen o gün geldiğinde bizim o iyi kalpli dostumuz Veysel Baba gece uykusunda iken bir rüya gördü. Rüyasında o sevgi dolu prenses Batavine ondan, hemen  uyanmasını ve o ikinci el pazarında kendisine vermiş olduğu o kum saatini hemen  çalıştırmasını istedi. O anda, o bizim yaşam yorgunu Veysel Baba hemen uyandı ve gidip arka odada öylece duran o nkum saatini çalıştırmaya başladı. O sırada bizim Veysel Baba söz konusu o kum saatinin ne işe yaradığını bilmesede içinden geçen bazı endişeler veya bazı kaygılar; aslında o kum saati ile , o çok sevgili dostu Sessiz Ayak arasında bir ilişkiye, bir bağlantıya işaret eder gibiydi. Kum ntaneleri aşağı düştükçe sanki o sevgili dostu Sessiz Ayak daha da bir ölüme yaklaşmaktaydı. Ve sanki en son kum tanesi aşağı düştüğünde bir devir kapanmış olacaktı ve o anda da o sevgili dostu Sessiz Ayağa bir daha karşılaşmamak üzere sonsuza değin veda etmiş olacaktı. Ve öyle de oldu, en son kum tanesi aşağıya düştüğünde kum saatinin içinde bir görüntü belirdi. O görüntüde Sessiz Ayak en güzel haliyle ve en güzel şekliyle sisli bulutlar arasından kendisine el sallıyordu. Ve daha sonra da içinde rengarenk çiçeklerin olduğu masalımsı bir diyara doğru, cennetimsi bir yere doğru öylece yürüyordu. İşte o anda bizim o yaşam yorgunu Veysel Baba’nın o yorgun kalbi biraz mutluluktan olsa gerek ve biraz da ayrılıktan olsa gerek duıracak gibi oldu. Ama onun daha yapacağı başka işleri vardı ve daha görevini tam anlmıyla yerine getirmemişti.adam gözlerindeki birkaç damla göz yaşını sildikten sonra ve kendi içinden: “güle güle Sessiz Ayak. Güle güle sevgili dostum güle güle. Yolun açık oldun. Seni asla unutmayacağım. Tüm sevgilerim hep sanadır” dedikten sonra gidip yatağa uzandı ve üzgün bir şekilde dostu Sessiz Ayakla geçirdiği o güzel günleri bir bir anımsamaya çalıştı. Tıpkı bir masalı hatırlr gibi. Tıpkı bir varmış, bir yokmuş gibi. Ve tıpkı bir Veysel Baba ile konuşan tilkinin o sır dolu, o gizem dolu Shoreditch Park hikayelerinde olduğu gibi ve orada yazılı olduğu gibi. Bir varmış, bir yokmuş. Bir Veysel Baba ile bir konuşan tilki Sessiz Ayak varmış. Ve onlar hala o sır dolu parkın bir yerlerinde öylece mutlu bir şekilde yaşayıp dururlarmış. Sevgiler-Saygılar. Londradan Veysel Baba...

Son Birkaç Mesaj Daha

Yaramaz mı yaramaz bir sincabın kendisini ziyaret ettiğinden habersiz bir şekilde yeni bir güne uyanan Veysel Baba için; artık hayatın hiçbir önemi, hiçbir anlamı kalmamış gibiydi. O çok sevgili dostu Sessiz Ayak’la bir daha görüşemeyeceği için de ayrı bir hüzün yaşıyordu. Son birkaç aynı o çok sevgili kızı Goze’ye ayırmak isteyen ve yeni görevinden dolayı da onu en iyi bir şekilde eğitip, o yeni göreve hazırlamak isteyen Sessiz Ayak; artık geri kalan ömrünü o meşhur St.John’s Hoxton Kilisesi’nin duvar dibindeki o iki yüz yıllık yuvasında geçirmek istiyordu.

Bütün bunlara biraz da kendisinin sebep olduğunu düşünen Veysel Baba da adeta bir suçlu gibi, bir günahkar gibi veya o çok sevgili dostuna ihanet eden bir zavallı gibi kendisini eve kapatmıştı. Çünkü sırları paylaşmada biraz öteye geçmişti ve çok daha önceden belirlenmiş olan o kesin sınırları da epeyce bir zorlamıştı. Şayet o Kutsal Sandığa dair o sırlar konusunda bu kadar ısrarcı olmsaydı eğer ve o sevgili dostu Sessiz Ayağı bu tür konularda daha fazla zorlamasaydı eğer; bütün bunlar belkide hiç yaşanmayacaktı ve o sevgili dostuna bu şekilde veda etmeyecekti. Ama olan olmuştu işte ve o yine derin yalnızlık günleriyle başbaşa kalmıştı işte. Yeniden o karanlık dolu ghünler, o endişe dolu günler, o hüzün kaplı günler ve o gözyaşı yüklü günler yeniden geri dönmüştü işte. Ve onun o hiç çalınmayan o ev kapısını, o gönül hanesini yeniden çalmaya başlamıştı işte.

Fakat onun o hiç çalınmayan ev kapısını veya o gönül sarayının kapısını çalacak olan o süpriz ziyaretçi; bu sefer o ev kapısında değilde, evin o balkon kapısından içeri girmişti ve ona hayatının en büyük süprizlerinden birini daha yapmıştı. Veysel Baba daha süpriz bir ziyaretçinin sık sık kendisini ziyaret ettiğinden bihaberdi. Ara sıra bir şeylerden şüphelense de daha henüz aklı bir sincabın sürekli bir şekilde eve girdiğini ve masanın üzerinde öylece duran o cevizleri bir bir aşırdığını kavrayacak bir aşamaya gelmemişti. Fakat masanın üzerinde büyükçe bir servis tabağının içinde öylece duran ve eve gelecek olan misafirlere ikram edilecek olan o güzelim cevizler bir bir eksiliyordu. Eve yeni bir misafir gelmediğine göre; o zaman orada, o servis tabağının içinde öylece duran o cevizler neden eksiliyordu veya o cevizleri kim yiyordu, kimler yiyordu?

O zamana kadar cinlere veya bir takım görünmez varlıklara hiç inanmayan bizim Veysel Baba artık yavaş yavaş bir takım gizemli güçlere, bir takım doğa üstü güçlere veya varlıklara inanmaya başlamıştı. Birgün yatakta uyurken hayal meyal o yatağın üzerinde bir cismin, bir canlının öylece dolaştığını biraz olsun sezsede; o olayı, o andaki yarı uykulu haliyle gördüğü bir rüyaya yorumlamıştı. Sonra birgün şöyle bol baharatlı ve içinde ceviz olan, kuş üzümü olan bir pirinç pilavı pişirdi. O gün pişirdiği o lezzetli pilavdan biraz yedikten sonra, diğer geri kalanını biraz soğusun diye kapağını açık bıraktıktan sonra gidip uyudu. Aldığı bir takım ilaçlardan dolayı böyle unutkan olabiliyordu. Sabah olup uyandığında ilk iş olarak kendisine bir bardak çay demlemeden yeni güne başlamıyordu. İşte o gün de öyle yapmak için evin mutfağına yöneldiğinde her bir yanda öylece dağılmış olan ve yerlere saçılmış olan o pirinç tanelerini görünce buna hiçbir anlam veremedi. O, evin arka odasında uyurken o gece kim veya kimler oraya gelip, mutfaktaki o pirinç pilavını böylesine yere saçmışlardı? Uyur gezer birisi olmadığına göre bu durum nasıl ve ne şekilde izah edilebilirdi?

O yorgun adam günlerce mutfakta yaşanan o ilginç olayı düşündü ve kendi açısından mantıklı bir yanıt bulamayınca da bu durumu o yaşlılık belirtilerine verdi. Fakat birgün o eve bir gaz kontrolörü geldi ve evin mutfağındaki o gaz sistemini, o gaz saatini kontrol ettiğinde dolapların arkasındaki o boşluk yerlerde bir sürü ceviz bulunca olay dahada içinden çıkılmaz bir hale geldi. Ve o son olaydan sonra evin sahibi olan kişi bütün o ilginç olaylara, açıklanması zor olaylara mantıklı bir yanıt bulabilmenin derdine düştü. Bir ara o çocukluk günlerine geri döndü ve çocukluğunu geçirdiği o küçük dağ köyündeki o yaramaz sincapları akla getirdi. Çünkü oradaki sincaplar daha yaz aylarından itibaren o cevizleri, o palamutları bir bir topladıktan sonra götürüp güvenlı buldukları o yerlerde, o ağaç kovuklarında bir güzel saklıyorlardı. Sonra bazı belgesellerde de benzeri durumları görmüştü. Ve işte o zaman kendi kendisine bütün bunları yapsa yapsa ancak bir sincap yapar diye söylendi. Ve hemen gece yatmadan önce evin balkonuna birkaç ceviz bıraktıktan sonra gidip bir güzel uyudu. Sabah olup uyandığında da ilk iş olarak balkondaki o cevizleri kontrol etmek oldu. Adam gayet heyecanlı bir şekilde balkona çıkıp cevizleri kontrol etmek istediğinde de; gerçekten o cevizlerin orada olmadığını farkedince bütün o yaşananların asıl kaynağının bir sincap olduğunu artık iyice anlamıştı.

Son birkaç haftadır kendi evine dadanan ve masanın üzerindeki o cevizleri, o şekerleri ve o çikolataları bir bir aşıran o davetsiz misafirin yaramaz bir sincap olduğunu anlaan Veysel Baba için; sanki yeni bir gizemin kapısı daha aralanmış gibiydi ve sanki o birtakım gizemli güçler yeniden devreye girerek ona yeni bir arkadaş göndererek, onu yeniden hayata bağlamak istemişlerdi. Bu düşünce içerisinde bizim Veysel Baba o yeni misafirini en iyi bir şekilde ağırlamak için ve onunla arkadaş olmak için elinden geleni yapmaya karar verdi. Ve hemen en yakındaki markete giderek kilolarca fındık, fıstık, ceviz, şeker ve çikolata aldı çünkü o yeni misafirini, davetsiz misafirini en iyi bir şekilde ağırlayabilirse eğer ve o evin balkon kapısını gece gündüz hep açık bırakırsa eğer; o yaramaz sincap da çok kısa bir süre içinde hem o eve alışırdı, hemde kendisine alışırdı, alıştıda.

Ve bizim Veysel Baba ile o yeni misafiri Pancho Mancho adlı o yaramaz sincap arasında çok kısa bir süre içinde yeni bir arkadaşlığın ilk tohumları böylece atılmış oldu. Fakat daha bizim Veysel Baba, o yeni arkadaşının aslında konuşan bir sincap olduğunu ve o Lord Parapanu tarafından kendisine yardımcı olmak için ve kendisini yeniden hayata bağlamak için gönderildiğini hiç ama hiç bilmiyordu. O gün gelip de, o yaramaz sincap adeta bir insan gibi konuşmaya başladığında ve herşeyi bir bir anlattığında; bizim o yalnızlıklar adamı Veysel Baba’nın mutluluktan olsa gerek gözleri dolu dolu oldu. Neden olmasındı ki; bir suçluluk psikolojisiyle haftalardır kapandığı bu evde onun kapısını çalan ve onun hatrını soran hiç kimse olmamıştı. Ama o Lord Parapanu ve onun o iyi kalpli eşi Batavine yine onu unutmamışlar ve ona çok uzak diyarlardan, Meksika’nın o Yucatan bölgesinden en yetenekli sincabı bulup getirmişler ve böylelikle de onu yeniden hayata bağlamışlardı.

Son birkaç haftadır eve kapanan ve o sır dolu Shoreditch Park’ın yolunu unutan bizim Veysel Baba, o yeni arkadaşı Pancho Mancho sayesinde artık daha bir mutluydu ve daha bir sevgi doludydu. Her sabah erkenden kalkıp o yeni arkadaşını en iyi bir şekilde ağırlamak için ve ona en güzel kahvaltıyı hazırlayabilmek için işe koyuluyordu. Her sabah erkenden onun suyunu değiştiriyor, en taze fındıkları, fıstıkları, cevizleri o servis tabaklarına koyuyor ve daha sonrada büyük bir heyecan içerisinde o yeni arkadaşını beklemeye koyuluyordu.

Veysel Baba o bekleme anlarında bazen derin düşüncelere dalıyordu ve insanların nasıl doğaya zarar verdiklerini ve doğada bir şekilde de olsa yaşamaya çalışan diğer bütün canlıların o hayatlarını nasıl da kısıtladıklarını anlmaya çalışıyordu. Ve bu düşüncelerini de ara sıra o yeni arkadaşı Pancho Mancho’yla paylaşınca da; olayı daha farklı bir şekilde analiz edebiliyor ve kendince bir takım çözüm yolları bulabilmenin derdine düşüyordu. Biz insanlara bulaşan o çıkarcı tavırlar yüzünden, o menfaatçi yaklaşımlar yüzünden ve o bencillik kokan ben merkezci düşünce yüzünden olsa gerek; şu an hala içinde yaşadığımız o güzelim doğa ve onun içindeki bütün diğer canlılar çok kısa bir zaman dilimi içierisinde adeta can çekişir bir hale gelmişti. Daha fazla kar elde edebilmek için, daha fazla kazanç elde edebilmek için ve çok kısa bir süre içinde daha fazla servete konabilmek için insanların doğaya vermiş oldukları o zararlar, o yıkımlar artık katliam boyutuna gelmişti. Üzerinde bir şekilde de olsa yaşamaya çalıştığımız o güzelim dünyamız ve biz bütün canlılara güzel bir hayat sunan o güzelim doğa artık can vermek üzereydi. Ve yine biz bütün canlıların o güzel geleceği, o umut dolu geleceği daha şimdiden o aç gözlü insanlar tarafından adeta esir alınmak üzereydi.

Sevgili dostlar; gelinen bu en son aşama itibariyle içinde yaşamaya çalıştığımız şu güzelim dünyamız sanki bizden sihirli bir dokunuş bekler durumda ve sanki bizlere: “Daha henüz vakit var, daha henüz can vermedim, daha henüz teslim olmadım ve daha henüz son nefesimi vermedim. Ama her an verebilirim ve her an o geri dönülmez yola girebilirim. Şu anki o kalp atışlarımı duymazsanız eğer, o alarm işaretlerimi görmezseniz eğer, o bir türlü dinmek bilmeyen gözyaşlarımı silmezseniz eğer, o doğa katliamlarına karşı çıkmazsanız eğer, o zalimlere , o açgözlülere bir dur demezseniz eğer ve bu uğurda zorlu bir mücadeleye girişmezseniz eğer; işte o zaman benim ölümüm çok yakındır ve dolayısıyla sizin de geleceğiniz çok büyük bir tehlike altındadır.” der gibi bir takım işaretler, bir takım mesajlar vermek ister ve bizleri bir şekilde de olsa uyarmak ister.

Üzerinde yaşamaya çalıştığımız şu güzelim dünyamız bu tür mesajları neden vermesin ki: Şu küresel ısınmaya, şu iklim değişikliğine, şu çevre kirliliğine, şu doğal afetlere, şu çevre felaketlerine, şu doğa katliamlarına, şu hayvan katliamlarına, şu açlıklara, şu yoksulluklara, şu insan ölümlerine, şu çocuk ölümlerine, şu adaletsizliklere, şu eşitsizliklere, şu sonu gelmez savaşlara, şu inanç ayrımlarına, şu ırk ayrımlarına, şu fikir ayrımlarına ve bütün o kıyamet senaryolarına biz bütün insanlar sebep olmadık mı ve yakın çevremizde yaşanan bütün o olumsuzlukları görmemezlikten gelmedik mi?

Bütün o olumsuzluklara rağmen, o kıyamet senaryolarına rağmen; yine de biz iyi kalpli insanlar olarak, doğa sever insanlar olarak, hayvan sever insanlar olarak ve o güzelim yarınları düşünen insanlar olarak bi araya gelebiliriz, çok güzel düşler kurabiliriz ve bütün bir dünyayı öylece sarıp sarmalayan bir sevgi çemberi oluşturabiliriz, bir gökkuşağı oluşturabiliriz. Ve belkide bizim o yoğun çabamız sayesinde de, o sihirli dokunuşumuz sayesinde de; yeryüzündeki şu doğa katliamları, şu açlıklar, şu yoksulluklar, şu sefaletler, şu ezilmişlikler, şu dışlanmışlıklar, şu hor görülmüşlükler, şu eşitsizlikler, şu adaletsizlikler, şu hak ve hukuk tanımamazlıklar, şu açgözlülükler, şu küreselleşme senaryoları, şu kıyamet senaryoları ve bütün o aykırı düşünceler artık bir son bulur.

Ve yine bizim o sihirli dokunuşumuz sayesinde de; çoktandır unutmuş olduğumuz o güzelim değerlere, o insanı değerlere ve adeta ruhumuzu okşayan o manevi değerlere yeniden geri dönebiliriz, dönmeliyizde. Çünkü başka bir yol yok, başka bir seçenek de yok ve başka bir dünya da yok. Ve işte tam da bu noktada bütün bunlara dikkat çekebilmek için ve şu güzelim dünyamızın içine çekilmek istendiği bütün o karanlık senaryolara dikkat çekebilmek için; böylesine anlamlı ve böylesine mesaj yüklü bir çalışmayı kaleme aldım. Kalemim her ne kadar güçlü olmasa da ve düşüncelerimin çoğunu hernekadar yazıya dökemesemde; yinede birşleyler yazmak, düşüncelerimizi siz güzel insanlarla paylaşmak ve vermek istediğim o can alıcı mesajları da bu sayede bir takım yerlere ulaştırabilmek artık benim için bir çeşit zorunluluk haline gelmişti. Her insanın kendine göre bir düşüncesi vardır, bir algılama şekli vardır, dünyayı bir kavrama şekli vardır, çevresinde olan bitene bir yorum getirme şekli vardır, bir vicdan muhasebesi vardır, bir merhamet denizi vardır, bir sevgi okyanusu vardır ve gözyaşı yüklü bir gönül kapısı vardır.

Ve ben de Dersim’li Veysel Baba olarak içimden geleni olduğu gibi yazıya dökerek bu anlam yüklü, bu mesaj yüklü, bu derinlik yüklü çalışmayı kaleme alarak siz bütün iyi kalpli insanların dikkatine sunmak istedim. Çünkü o güzel geleceğimiz, o güzel yarınlarımız büyük nbir tehlike altındaydı ve karanlıklardan beslenmeyi adeta bir adet haline getirmiş olan o küresel oyuncular daha şimdiden o güzelim yarınlarımızı esir almışlardı. Ve onlar böylesine acı, böylesine kan ve gözyaşı üzerine kurulmuş olan karanlık bir senaryoyu zorla bize dayatırken; kimimiz sustu, kimimiz görmemezlikten geldi, kimimiz duymamazlıktan geldi, kimimiz hiç umursamadı, kimimiz banane dedi, kimimiz sırtını döndü, kimimiz o güzel yarınları unuttu, kimimiz sadece o günü yaşamak istedi, kimimiz daha da zengin olmanın hayallerine daldı, kimimiz kendisine sahte bir cennet yarattı, kimimiz bol bol günah işledi, kimimiz o ölüm gününü unuttu, kimimiz o kıyamet gününü unuttu, kimimiz o cehennem hayatını unuttu, kimimiz orada yeniden sorguya çekileceğimizi unuttu, kimimiz acı çekmeyi unuttu, kimimiz çile çekmeyi unuttu, kimimiz gözyaşı dökmeyi unuttu, kimimiz acılardan ders çıkarmayı unuttu, kimimiz kader birlikteliğini unuttu, kimimiz yaşam birlikteliğini unuttu, kimimiz gönül birlikteliğini unuttu, kimimiz sevgi birlikteliğini unuttu, kimimiz ortak değerlerde buluşmayı unuttu, kimimiz duygu birlikteliğini unuttu, kimimiz düşünce birlikteliğini unuttu, kimimiz eylem birlikteliğini unuttu, kimimiz yardımlaşmayı unuttu, kimimiz paylaşmayı unuttu, kimimiz komşu kapısını çalmayı unuttu, kimimiz o yaşlı insanlara yardım etmeyi unuttu, kimimiz o hasta insanlara bir çiçek götürmeyi unuttu, kimimiz o özürlü insanlara yardımcı olmayı unuttu, kimimiz o öksüz çocuklara bir kutu çikolata almayı unuttu, kimimiz o güzelim çocuklara masal anlatmayı unuttu, kimimiz onlarla oyun oynamayı unuttu, kimimiz onlarla birlikte uçurtma uçurmayı unuttu, kimimiz onlarla birlikte denize girmeyi unuttu, kimimiz onlarla birlikte hayal kurmayı unuttu, kimimiz o çocukluk anılarımızı unuttu, kimimiz o okul sıralarını unuttu, kimimiz o ilk aşkları unuttu, kimimiz o okul anılarını unuttu, kimimiz o güzelim öğretmenlerimizi unuttu, kimimiz o okul yolunu unuttu, kimimiz o gençlik dönemlerini unuttu, kimimiz o okul yolunda ıslandığımız o güzel günleri unuttu, kimimiz avare bir aşık gibi öylece sokaklarda gezip dolaştığımız o duygu yüklü günleri unuttu, kimimiz bir sevgilinin ardından döktüğümüz o gözyaşlarını unuttu, kimimiz aşk kokan o hayalleri unuttu, kimimiz yeniden sevmeyi unuttu, kimimiz yeniden aşık olmayı unuttu, kimimiz yeniden hayal kurmayı unuttu, kimimiz yeniden şiir yazmayı unuttu, kimimiz yeniden maneviyata dönmeyi unuttu, kimimiz o manevi değerlere sahip çıkmayı unuttu, kimimiz bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dedi, kimimiz bu dünyayı ben mi kurtaracağım dedi, kimimiz bir kenara çekilip kendisini işe yaramaz biri gibi hissetti, kimimiz sıradanlaşmayı kendisine uygun gördü, kimimiz kendisini duygudan yoksun bir makine gibi görmeye başladı, kimimiz birilerinin çıkarları doğrultusunda hareket etti, kimimiz birilerinin çıkarları doğrultusunda birçok suç işledi, kimimiz birilerinın çıkarları doğrultusunda birçok günah işledi, kimimiz birilerinın çıkarları doğrultusunda birçok cinayet işledi, kimimiz birilerinın çıkarları için bütün bir ömrünü adeta boş yere harcadı, kimimiz birilerinin değirmenine adeta un taşıdı, kimimiz birilerine adeta merdiven basamağı olduk ve onları ndaha yüksek zirvelere çıkarmak için elimizden geleni yaptık, kimimiz bize verileni yeterli bulduk ve daha fazlasını istemeyi bir türlü beceremedik, kimimiz hakkımızı almayı bilmedik, kimimiz o alın terinin karşılığını istemeyi adeta bir suç işler gibi gördük, kimimiz kendisindeki o yeteneği bir türlü keşfedemedi, kimimiz kendisindeki o cevheri bir türlü farkedemedi, kimimiz kendisindeki o isyankar ruhu bulupta ortaya çıkaramadı, kimimiz kendisindeki o insanı yönü bir türlü görmek istemedi, kimimiz insanlıktan çıkıp o şeytani arzularımıza ve heveslerimize yenik düştük, kimimiz bu zorlu yaşam yolculuğundan adeta şeytanla yarışır bir hale geldik, kimimiz o günahkar yaşamlara boyun eğdik, kimimiz kendisine o günahlardan örülü bir saray, bir şato, bir kale inşaa ettik, kimimiz günahla yatıp günahla kalktık, kimimiz günah işlemeyi bir maharet bildik, kimimiz o cehennem ateşini bol bol körükledik, kimimiz sevgiyi gündemden çıkarıp onun yerine düşmanlığı koyduk, kimimiz bir takım sahte mutlulukların peşine düştük, kimimiz o sonu gelmez arzularına bir cevap olsun diye o köşkler, o sarayları ve o gökdelenleri inşaa ettik, kimimiz ise o devasa gökdelenlerin en üst katındaki o yüksek korunaklı dairesinde o ölüm meleğinin asla kendisine ulaşamayacağı gibi çok yanlış bir düşünceye kapıldı, kimimiz bu dünyanın aslında bir sınav yeri olduğunu hep unuttu, kimimiz aslında bu dünyada bir sınavdan geçtiğimizi ve bir takım gizemli varlıklar tarafından sürekli bir şekilde gözetlendiğimizi hep unuttuk ve asıl olanın bu dünya değil de öteki alem olduğunu, öteki dünya olduğunu çoğu zaman görmemezlikten geldik. Sevgiler-Saygılar.Dersim’li Veysel Baba...